Gerçeğin Konuşması (Gerçek Ardılı Gerçek): Gerçeğin Kavramsal Yönü, Dille İfadesi ve Tasarımı Üzerine
Gerçeğin
Konuşması (Gerçek Ardılı Gerçek):
Gerçeğin
Kavramsal Yönü, Dille İfadesi ve Tasarımı Üzerine
Necdet Ersöz
Gerçek
Bir Kez Kendiliğinden Konuşsa
Hepimiz Susmak Zorundaydık
Ama
Konuşmadı Hiç
Onu
Biz Konuşturduk ve Onu Biz Yarattık
Kahretsin
ki
Artık
Yarattığımız Gerçeklerin
Kölesiyiz
“Yaratılan”
gerçeklik nedir? Bizler neler yarattık? Şuradan başlayalım öyleyse, en baştan: Yaşamımızı
mümkün kılan, “tasarlanmış” gibi görünen ve hatta kendi bünyesinde kendisine
dair “Her şey ne için?”, “Başlangıçta ne vardı?”, “Şeyler neden olmadıkları
gibi değil de oldukları gibi?” ve “Madde neden var?” gibi felsefe tarihinin en
can alıcı sorularını sordurmaya müsait bir evrende yaşamakta ve bu tip soruları
evrene yöneltmekteyiz. İnsanın varoluşu açısından bu tip soruların, beşeriyetin
tarih içerisinde ve sosyokültürel perspektifteki rolü ele alındığında,
soruların yaşantıyı şekillendirme özelliği bir kenara bırakılacak olursa esas
temsil ettiği olgunun, içlerinde barındırdığı bir “gerçeğe kavuşma arzusu”,
“hakiki bilgiye adanma isteği” ya da doğrudan sonuca binaen bir “bilge hayatı”
yaşama gayesi olduğunu belirtmek isterim. Gerçeğe bakış açılarını, gerçeğin tarihî
perspektiflerini, nihaî bilgiyi elde etmeye duyulan istencin tüm dönem ve
medeniyetlerde ortaya çıkışını ve en nihayetinde neye dair neyi aracısız, saf
ve kendisinden “şüphe edilemeyecek” derecede bilebileceğimizi eleştirmenin
önemini bu tarihsel perspektiften anlamak zor olmasa gerek.
Düşünce
tarihinde bu nedenle gerçeğe dair birçok keskin yaklaşım olmasına rağmen, çok
az düşünür gerçeğe, kendisini anlatma, yani, gerçeğe “kendisi hakkında konuşma”
olanağını vermiştir. Bunun anlamı şudur ki, hangi dönem ve hangi uygarlığa
gidilirse gidilsin, o çağ filozoflarının gerçeğe yaklaşımları genel itibariyle
o çağ ile sınırlı kalmış, filozofun şahsî ya da çevresinin toplumsal
yaşantısının duvarlarını aşamamış, çoğu kez de sürekli gelişmekte olan olgusal
etmenlerin ve devinimlerin tahribatına maruz kalıp çağları delememiştir. Yani,
tabiri caizse gerçek, gerek birey tarafından içsel süreçlerle gerekse bir
toplum organizması tarafından yapay vaziyette “yaratılmıştır”. Bizzat bizler
tarafından. O halde, yalnızca ilgili dönem ve bölgenin sorunları veya fikriyatı
üzerine şekillenen bir gerçek anlayışı ne derece tüm insanlığa hitap edip
evrensel bir nitelik kazanabilir, hatta insanlık tarihinden de öte büsbütün bir
evren hakkında bize katıksız doğrular sunabilir? Sunamaz.
Öyleyse
evrenüstü veya gerçek ardılı gerçek ne
olabilir? Gerçek soyut bir kavram mıdır yoksa işaret ettiği oluşların
özelliğini kendinde barındırarak somut özellik mi kazanır? Oluşlar ve
devinimler nedeniyle var olan “gerçek” algısının dille ifadesi,
terimselleştirilmesi ve aktarılması, söz konusu gerçeği ne derece doğru
tanımlayabilir? Gerçek, onu algılayan zihnin tasarımından ibaret midir ya da
tek başına var olması ve zamandan, mekândan ve özneden sıyrılıp bir varoluş
kazanması mümkün müdür? Bir an gerçek hakkında düşündüğümde zihnime gelen
sorular bunlar oluyor. Yine de, sorulara cevap bulma bakımından bir çalışma
bize gerçek hakkında bir fikir kazandırabilir, ancak onu benimsemek ve anlamak
için bu yeterli olmayacak diye düşünüyorum. Onu anlamanın yegâne yolu olarak,
ona kendisi hakkında konuşma olanağını tanımak olduğunu belirtmek
gerekliliği duymakla beraber, bunun metodu olarak neyi ortaya atmak hususunda
dizi dizi yanılgılarımız, noksanlıklarımız, hatta inanç sistemlerimiz bile var!
O
yüzden gerçeğin dili olsaydı da keşke konuşsaydı! Ya da anahtara sahip olan bir
kapının ardında… Şüphesiz ki bu gerçek dediğimiz şey, ya “gerçekten” yok ya da
anahtarı olmayan bir kapının ardında bizim kendisi hakkında kestiğimiz
ahkâmları sayarak bizle alay ediyor. Zaten yeryüzünü doldurmaya henüz başlayan
atalarımızın dış dünya hakkındaki çaresizliğini şu an dahi üzerimizde hissetmek
mümkün değil midir? Öyleyse ne değişti? Dış dünya algılarımızın ve gerçek
üzerine yorumlarımızın değişmesinden başka hiçbir şey. Hâlâ bundan binlerce yıl
önceki atalarımızın sahip olduğu safsatalara, inançlara, ritüellere sahip ve
bunları korumaya meyilliyiz. Safsatalar, inanç ve ritüeller form değiştirse de
nüvesini koruyor. Kökenini doğaya duyulan merak ve korkudan, aynı zamanda onun
hakkındaki gerçekliğe ulaşma arzusundan, belki de bunun ıstırabından alan bir
nüve, öz bu. Nasıl ki, eski İskandinav yerlileri bir İskandinav mitolojisi
yaratmışlardı, Güneş ve Ay tutulmalarını “Gökyüzündeki Tanrıların Mücadelesi”
olarak niteleyen ve onların dikkatini çekmek adına garip sesler çıkarıp danslar
etmişlerdi. Antik Yunan’da da Olympos tanrılarını ve Titanlarla savaşımlarını kendileri
gibi bir gerçeklik olarak kabul eden Yunanlıların mitolojik inanışları onlar
için çoğu kez vazgeçilmezdi. Bir gerçeklikti. Böylesi mitolojik tasarımlar
meydana getiren insanın, eski çağlarda da animist kökenli, doğaya çeşitli
ruhlar atfetme özelliği bir tesadüf müdür? Veya daha sonraki dönemlerde birbiriyle
çelişen, geçmişte sahip olduğu büyü, sihir, doğaya ruh yükleme, mitolojik
karakterler yaratma ve politeistik inanışların bir devamı olarak tarihsel
süreçte evrimleştirdiği monoteistik inanışların varlığı, toplumların bu nüveyi
koruduğunu, sadece inanışların form değiştirdiğini göstermez mi? Nüve aynı
fakat gerçekliğe dair sunduğumuz formlar birbiriyle acımasızca çelişiyor. İlginç
olan, yarattığımız bu gerçekliklerin, bireysel hayatımızda davranışları etkiler
biçimde ciddi karşılık bulması ve fenomenal dünyada da aynen karşılık
bulacağına yönelik sahip olduğumuz bir safsata. Adeta kölesi olduğumuz
irrasyonalizme dönük gerçeklikler, mit ve inancalar, gerçeklik kavramı üzerine
yaptığımız reel ve sanal perspektifli tartışmalar boyutunda düşünsel süreçte
aktarılıyor ve kalıcı olarak yeni nesil insanının sahip olduğu aynı nüveden
ötürü onda bu çeşit safsataların tekrar vuku bulmasına neden oluyor. Bu ise
rasyonalizme bir hakaret olsa gerek.
Kavramsal
açıdan gerçeği değerlendirmek noktasında da, ona dair tanımlamaların
sınırlılığının ve yetersizliğinin ayırdına varabilmek her zaman mümkün olmaz. Var
olan geleneksel tanımlamaların aksine, gerçekliğe ilişkin bilgimizin hiçbir
şekilde yanlış olmamasını destekler nitelikte bir mantıksal zorunluluk
bulunmamaktadır. Yaygın ontolojik (varlıkbilimsel),
bilimsel ve realist tanımlamaya göre zihin dışında salt olgusal açıdan
denetlenebilen, diğer bir deyişle sübjektif değer ve yargıların ötesinde veya
çoğunlukla ondan bağımsız, nesnel ve maddî bir niteliğe sahip olmak şeklinde
tanımlanan gerçek, realist yaklaşımların esas tanımlamalarındandır. Son dönemde
Michael Devitt tarafından bilimsel realizm perspektifinde de sunulan bir
yaklaşım olarak görüyoruz bunu. Elbette bu yaklaşımı eleştirebiliriz. Örneğin
Kantçı felsefeye göre zihinsel süreçlerimiz, duyusal kabiliyetlerimiz ve
varlıktan ne anladığımız da oluşturduğumuz bu bağımsız gerçeklikte pay
sahibidir. Nesneleri Bilgiye Uydurma
olarak tanımladığı bu fikir çerçevesinde kendine ait, kritik bir gerçekçilik
anlayışı geliştirmiştir. Realistik fikirleri eleştirmesiyle bilinen Kant’ı buna
rağmen Anti-realist çerçevede değerlendirmek de zordur. Öte yandan, Berkeley
idealizminin karşı gerçekçilik açısından önemli olduğunu da söyleyebiliriz.
Kognitif
(bilişsel) süreçlerimizin işlerlik kazanmasında pay sahibi olan dilin, gerçek
hakkında düşünebilme ve onu ifade etme konusunda bize yarar sağladığı
ortadadır. Birer zihin tasarımları olarak isimlendirilen kavramlar içerisinde
bir kavram olan gerçeğin ifade ettiği anlamın semantik açıdan incelenmesi, onu
ortaya koyan dile bağımlıdır. Salt fenomenal dünyada, Kantçı yaklaşımdaki
Numenlerin zıddı olan olguları-olayları bilebilen bizler, bunu dille ifade
edebiliyoruz. Bir de şu var evet: sahiden de Kant’taki anlamıyla Numenleri de
bu şekilde bilebilir ve dille ifade edebilir miyiz? Kant buna şiddetle karşı
çıkıyor ve –hüsranla belirtmeliyim ki- “yarattığı” Numenleri kimsenin
bilemeyeceğini söylerken çok da ciddidir. Kimsenin bilemediği, o nihaî ve
bağımsız gerçeklikler olan Numenler hakkında her nasılsa kendisi fikir
sahibidir. Üstelik Numenleri, adeta kendisi “yaratmışçasına” tarif etmektedir. Yalnızca
bu bile, ortaya koyulan bu belli sınırlarla çevrelenmiş gerçeklik anlayışının hiçbir
şekilde gerçek ardılı bir gerçeğe
sahip olamayacağını, onun bir zihin ürünü olup dille ifade biçiminin kişiyle
sınırlandırıldığını kanıtlamaktadır. Gördük ki, gerçek yalnızca bir tasarımdan ibarettir. Bizim dille ifade
ettiğimiz, sübjektif yargılarla taçlandırdığımız, ancak bizden ayrı ve bizim
üzerimizde olan bir nesne değil. Nietzsche “Benim bir gerçeğim var, şimdi
sizinkini söyleyin!” derken, aslında sahip olduğumuz gerçeklik tanımlarını, yarattığımız
gerçeklikleri ve şüpheci olmayan tavrımızı alaya alıyordu. Aynı şekilde Descartes’in
“Hayatında en az bir kere her şeyden şüphe et!” diyerek ortaya koyduğu metodik şüpheci anlayışı bir hayat tavrı
olarak sergileyen bireyler olmak zorundayız. En azından bilim faaliyetleriyle
uğraşan ussal bireyler olarak.
Şimdi
-gerçekleri- söyleyeceğim; gerçek, gerçeğin tüm perspektiflerine hâkim olmadıkça
zuhur etmeyen ya da düşünülmüşün aksine düşten ve akıldan bağımsız bir “var
olan” değil, fakat doğalcılığın prensiplerini yadsır biçimde birey odaklı,
Berkeleyci bir kavram da değildir. Sübjektif idealizme atıf yapar görünen bu
perspektif, ondan farklı olarak materyalizmin temelindeki olguları da içinde
barındırarak Kant’ın sistemine yaklaşır gibi de gözükse, akıldan bağımsız bir var olan olmayan ve nesnel varlığın insanın
bilincinin ürünü saymayan yaklaşımları birlikte barındırmasıyla, esasında
evrenüstü bir gerçeklik konusunda bizlere net bir yanıt vermemektedir. Belki de hiçbir şeydir. Belki de Tanrı’ydı
ve zamanın bir noktasında kayboldu. Çünkü gerçek, kendisi hakkında (artık) konuşmamaktadır.
Gerçeğin ketumluğunu, gerçeklik hakkında sahip olduğumuz metodik şüphe sayesinde
anlıyoruz. Ona kendisi hakkında konuşma olanağını veren bu tavra rağmen,
gerçek, kendisi hakkında konuşmamış ve bizler onun adına “gerçekliğin” birer sadık
temsilcileri olmuşuz. Tasarladığımız gerçeklikleri, onu tasarlayan zihinden öne
koyarak kendimize ihanet etmişiz ve sahte gerçekliklere köle konumuna düşmüşüz.
İnsanoğlunun bu “gerçekliklere” karşı metodik şüphe ve bilim faaliyetleriyle
başlattığı savaş, ne yazık ki henüz kazanılmamıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yazı hakkındaki görüş, soru ve önerilerinizi lütfen bildiriniz. Hakaret, niteliksiz ve delilsiz eleştiriler ya da kişilik saldırıları engellenecek; yapıcı üslûp ve eleştiriler dikkate alınacaktır.