MANTIK
TARİHİ
İLKEL
TOPLUMLARDA MANTIK VE MANTIĞIN İNSAN ZİHNİYLE İLİŞKİSİ
Mantık
ve İnsan Zihni
Necdet Ersöz
Doğru
düşünme ve akıl yürütme etkinliklerinin bir metodu olan mantığın bu
etkinlikleri gerçekleştiren zihinle olan ilişkisi bilimsel, sosyal ve felsefî
bağlamlarla çok farklı açılardan ele alınabilir ve bilhassa mantığın menşei,
neliği ve yapısı probleminin, mantığı işleten zihin ekseninde nasıl ele
alınabileceği, mantık çalışmalarında başlı başına bir alan teşkil etmektedir. İlkel
toplumlarda mantığın gelişimine ve tarihçesine giriş yapmadan önce onun zihinle
olan ilişkisi kısaca incelenmelidir. Bu konuyla ilgili detaylı bilgiler
ilerleyen yazılarda mantık felsefesi, zihin felsefesi ve mantığın kaynağı
problemi alanlarında ayrıca incelenecek, bu yazıda yalnızca ilkel toplumlarla
başlayan mantık faaliyetlerinin anlaşılmasına yardımcı olmak adına özlü ve genel
açıklamalarla yetinilecektir.
Günümüz
insanı, bilimsel adlandırmasıyla Homo
sapiens sapiens, yaklaşık 200000 yıl önce Afrika’da evrimleşmiş, günümüz
görünümünü ve kabiliyetlerini de bu dönemden itibaren yeryüzüne yayılarak
100000-150000 yıllık süreç içerisinde kazanmıştır1. İçinde
bulunduğumuz tür, şu an insan türleri arasında yaşayan tek tür olup matematiksel
düşünme kabiliyeti, dik durabilme özelliği ve bunun sonucu olarak ellerini
pratik kullanabilme becerisine sahiptir. Bu insan türünü, diğer primatlardan ve
genel olarak hayvanlardan farklı kılan beceriler arasında irade, akıl, vicdan,
hayal kurma ve varoluşun üzerinde düşünebilme gibi niteliklerin diğer canlılara
nazaran fazlaca gelişmiş ve kompleks olması gösterilebilir. Ancak bu durum,
insana has gibi görülen niteliklerin diğer canlılarda hiçbir surette
bulunmadığı anlamına gelmemektedir.
İnsan
beyni, oldukça ilgi çekici bir organ olarak benliği, kimliği ve davranışları
doğrudan etkiler ve düşünme, bellek, öğrenme, bilinç, zekâ ve akıl gibi
niteliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Dolayısıyla mantık ilkelerinin insan
zihniyle ilişkisini incelemek adına insan beyninin özelliklerine göz gezdirmek
yararlı olacaktır.
Yeni
doğmuş bir insan yavrusunun beyni ortalama 350 gramdır.2 İlerleyen
yaşlarda beynin kütlesi artarak kadınlarda 1250 gram, erkeklerde 1400 gram
dolaylarına gelir. Bu durum erkeklerin kadınlara karşı bir üstünlüğü olduğu
anlamına gelmez; zira beyin/vücut kütle oranına baktığımızda bu oran erkeklerde
yaklaşık %2’ye denk gelirken kadınlarda %2,5 civarındadır.3
Yetişkin
durumda insan beyni 100 milyardan fazla sinir hücresi içermektedir4.
Bu sayı yaşa, fiziki koşullara, genetiğe ve sağlığa göre değişebilmektedir. Beyindeki
bu sinir hücrelerinin bağlantıları ise trilyonlarla ifade edilmektedir. Zekâ ve
akıl yetileri hakkında ve genel olarak beyin hakkında bilimsel verilerimiz hâlâ
yetersiz olsa da beynin birçok faaliyeti tanımlanabilmiş, beynin belirli
işlerden sorumlu kısımları ayırt edilebilmiş ve bu çalışmaların bir sonucu
olarak beynin esasında birbirinden bağımsız ve ayrı çalışan parçalar yığını
değil, aksine bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Bu açıdan akıl ve mantıksal düşüncenin beyinde varlığı, beynin yalnızca bir
parçasına ait bir özellik olmayıp beynin birçok kısmının ve bu kısımların
fonksiyonunun sağlıklı çalışmasının bir sonucudur. Rasyonel (mantıksal)
etkinlik, sağlıklı çalışan bir beyin için bir zorunluluktur. Öyleyse neden
insan zihni mantıksal ilkeleri deneye ihtiyaç duymaksızın, yani a priori
olarak, bilmektedir? Veya gerçekten bu ilkelerin a priori olduğundan emin
miyiz? A posteriori mantık ilkeleri mümkün müdür? Aklın elde ettiği bu ilkeler
onda doğuştan var mıdır? Mantık ilkelerinin a priori özelliğinin sorgulanması, mantığın kaynağı problemi çerçevesinde
ele alınır. Bu noktada mantığı hangi açıdan ele alacağımız, soruya vereceğimiz
yanıtta değişikliğe sebep olacağından mantığın temel ve üzerinde uzlaşılmış bir
tanımını yapmakla işe başlamalıyız. Mantığı bir doğru düşünme yöntemi ya da
doğru düşünmeyi kendine konu edinen bir bilim dalı olarak tanımlayabiliriz5.
Mantığın sistemli bir bilim dalı olarak incelenmesi Antik Yunan’daki
Sokrates-Aristo okullarının çalışmalarıyla mümkün olduğundan, burada bizim
aradığımız bir bilim olarak mantık değildir. Çünkü mantıksal düşünce Antik
Yunan’dan çok önce de vardır. Mantığın temel ilkelerinin zihinde varlığının
incelenmesi ve kavramlar-kategoriler bağlamında değerlendirilmesi, mantık-zihin
ilişkisi içinde önem arz etmektedir.
İnsan
zihninde mantık ilkelerinin varlığı ve bu mantığın kaynağı, filozoflarca
yüzyıllardan beri süregelen bir tartışmanın konusudur. Mantığın aksiyomatik ve
sistematik bir hale geldiği MÖ. 4. Yüzyıldan çok önce de mantıksal düşüncenin
kaynağının sorgulandığına dair bilgiler mevcuttur. Orta Çağda Aristo’nun
etkisiyle gündeme gelen bu sorun üzerinde günümüzde de tartışmalar
bilimsel-felsefî düzlemde devam etmektedir.
Türkiye’de
mantığın kaynağı ve insan zihniyle ilişkisi problemini gündeme getiren,
yurtdışındaki çalışmaları Türkiye’ye tanıtan ve bu çalışmaları ilerleten en
önemli isim Ankara Üniversitesi’nden Necati Öner olmuştur. İlâhiyat
Fakültesi’nde “Fransız Sosyoloji Okuluna
Göre Mantığın Menşei Problemi” ismiyle yayımladığı çalışma, bu sorun
üzerine ülkemizde yapılmış ilk önemli çalışma sayılabilir. Necati Öner 1964
yılında yayımladığı bu çalışma ile doçent olmuştur. Öner, bu çalışmasında yurtdışındaki
çalışmaları ülkemize kazandırmış ve onları eleştirerek kendi araştırmalarını da
literatüre eklemiştir. Öner’le birlikte sonradan birçok mantıkçı,
çalışmalarında mantığın kaynağı sorununu ele almıştır. Öner’in çalışmalarına detaylı
olarak daha sonraki yazılarda değineceğim.
Kavram
ve kategorilerin neliği, yapısı ve kaynağı problemi, mantığın temel
problemlerindendir. Kavramlar üzerine tartışmalar, mantık tarihinde “Tümeller Tartışması”
adı verilen uzun süreli tartışmaları doğurmuştur. Bu konu üzerinde üç temel
çözüm önerisi sunulmuştur. Kavram realistlerine göre kavramlar zihinden
bağımsız olarak gerçekliği olan varlıklardır. Bu görüş Platoncu görüş olarak
bilinir. Konseptüalistlere göre kavramlar ancak tekiller yardımıyla bilinebilir
ve tekillerden bağımsız bir gerçeklikleri olamaz. Bu görüş Aristocu görüş
olarak bilinir. Nominalistlere göre ise kavramlar ne kendi başlarına ne de
tekiller vasıtasıyla bilinebilir. Onların hiçbir surette bağımsız gerçeklikleri
olmayıp kavramlar birer addan ve sözden ibarettir6.
Aklın
ilkelerinin kaynağı probleminde de kavram ve kategorilerde olduğu gibi farklı
görüşler mevcuttur. Felsefenin klâsik tartışmalarından olan
idealizm-materyalizm ve rasyonalizm-ampirizm tartışmaları, aklın ilkelerinin
kaynağı konusunda belirgin şekilde ortaya çıkar. Burada da iki temel görüş söz
konusudur. Aklın üç esas ilkesi bilindiği gibi özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü
halin olanaksızlığı ilkeleridir. Bu ilkeler doğuştan a priori olarak zihinde
vardır diyen rasyonalistlerin yanı sıra bu ilkelerin bilgisi sonradan deneyle
elde edilmiştir diyen deneyciler de vardır. Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi
rasyonalistler bu ilkelerin a priori olduğunu savunup zihinde hazır bulunduğunu
iddia ederken Hume ve Locke gibi deneyciler ise bu ilkelerin sonradan elde
edildiğini, çünkü insan zihninin doğuştan bomboş bir levha gibi (tabula rasa) olduğunu
savunmaktadırlar.
Mantık-zihin
ilişkisini ve mantığın kaynağı problemini kayda geçmiş filozoflar bazında
incelemek istersek Aristoteles (MÖ 384-322) ile başlamak yerinde olur. Mantığın
tarihi ve felsefî sorunları her ne kadar Aristo döneminden çok daha öncesine
dek gitse de mantığı dizgesel olarak inceleyen ve ona akademik-sistematik değer
kazandıran filozof Antik Yunan’da Aristo olmuştur7. Aristo’ya göre
zihnin kanunları ile varlığın ilkeleri bir ve aynıdır. Aristo mantığının bu
özelliği, mantığa metafiziksel bir nitelik kazandırmıştır. Aristo’dan sonra
gelen felsefecilerden Stoacılar, özellikle Chrysippe (MÖ 277-204), Aristo
mantığını, zihin-varlık ilkelerinin birliğini eleştiriye tabi tutarak zihin
kanunları-varlık kanunları birliğini çözmüş, mantığı metafiziksel yorumlardan
arındırmaya çalışmışlardır8. Fakat Aristocu görüş, Stoacıların
eleştirilerinden sıyrılmış, Orta Çağda asırlarca etkin olarak savunulmuş; ancak
modern dönemde I. Kant (1724-1804) ile birlikte ciddi bir başarısızlığa
uğratılabilmiştir.
Aristo’ya
göre zihni varlıktan ayrı, bağımsız ve a priori olarak düşünemeyiz. Varlıktaki
düzen, zihin ve mantıksal düşünme üzerinde etkilidir. Varlığın düzeninin
kanunları, zihnin ve dolayısıyla mantığın da kanunlarını belirler. Bu şekilde
düşünen zihin, varlığı bilir ve bunu varlığın kanunları ile aynı kanunlara
sahip olan mantık kanunları sayesinde yapar. Varlığın gerçekliği, zihnin
gerçekliğine uygundur, çünkü zihin mantık ilkelerini kullanır. Bu durum, mantık
ilkelerini kullanan zihni, varlığı inceleyen bilimler için temel bir ölçüt
yapmıştır9. Necati Öner bu durumu şu şekilde açıklar:
“O kadar ki, Aristoteles, mantığı fizik ve
metafiziği izah için metot olarak kullanıyordu. Onun mantığı, Batı ve Doğu Orta
Çağında bir alet olarak telakki edilmiş ve bütün bilimsel faaliyetler için metot
olarak rağbet görmüştür.”10
Orta
Çağda etkili olan Aristo mantığı ve onun metafiziksel-ontolojik karakteri,
Aydınlanma Çağı’nda Immanuel Kant (1724-1804) tarafından eleştirilmiştir. En
başta Kant, mantık ve zihin ilkelerini varlık yasaları olarak görmez; mantık,
zihin ve ontolojik gerçeklik arasında böyle bir ilişki kurmaktan kaçınır.
Kant’a göre mantık ilkeleri, bizi fenomenler dünyasının bilgisine, yani dış
dünyanın ve genel olarak varlığın bilgisine ulaştıracak kişisel, düzenleyici
ilkelerdir. Dolayısıyla her özne için geçerli zihin-mantık-varlık yasalarının
aynılığı söz konusu olamaz. Onlar bize varlığın genel yapısını bildiren yasalar
değil, dış dünya fenomenlerini bildiren a priori ilkelerdir. Kant’a göre
Aristo’dan beri asırlarca kabul edilmiş mantık ilkeleri-varlık ilkeleri eşliği
büyük bir yanılgıdır; mantık ilkeleri
varlık yasaları olamaz, onlar sadece dış dünyayı bilmeyi sağlar. Kant, Aristo
ekolünde hareket eden bu düşünürlerin mantıkta
ontolojizm adını verdiği bir hataya düştüklerini iddia eder. Kant’ın
fikirleri, mantık ilkelerinin zihinde a priori olarak var olduğunu
söylediğinden rasyonalizme yaklaşırken, aynı zamanda empiristlerle de şu noktalarda
ilişkilidir: empiristler, mantık ilkelerinin zihinde sonradan, deney ile elde
edildiğini söylerken Kant ile farklı düşünmekte ve bu nedenle varlığın yasaları
olamayacağını söylerken Kant’a yaklaşmaktadırlar. Empiristler zihnin doğuştan
boş olduğunu söyleyerek Kant’ın a priori görüşlerini eleştirirler. Empiristlere
göre mantık ilkeleri zihne sonradan gelir, yani a posterioridir. Bu görüş
deneycilerin mantıktan ontolojiyi ve metafizik karakteri silmek istemeleri ile
de paraleldir11.
Mantık
ilkelerinin zihinde varlığı, zihinle ilişkisi ve kaynağı hususunda temel
yaklaşımlar yukarıda açıklandığı gibidir. Düşünce tarihinde mantıksal yasaların
zihinde a priori olarak bulunduğunu iddia eden rasyonalist görüşlerle beraber
bu fikrin zıddı olarak -kısmî deneyciler hariç- deneycilere göre zihinde mantık
ilkeleri dâhil hiçbir bilgi bulunmaz, mantık ilkeleri de her bilgi gibi a
posteriori olarak tecrübe edilir. Kant bu iki karşıt görüş arasında kritisizm
çerçevesinde bir yorumda bulunarak Orta Çağ boyunca savunulan Aristocu
fikirleri başarısızlığa uğratmış, empiristlerin de hatalarını ortaya koymuş,
bilimin ve felsefenin objektifliğine vurgu yaparak çağdaş, modern düşüncenin
yolunu açmıştır.
Mantık-zihin
ilişkisinde yeni dönemde sosyolojik ve psikolojik açıklamalar da mevcuttur. Bu
noktada psikolog ve sosyologların mantığı ve zihni ele alışları, onların
neliğini ve yapısını açıklayış tarzları, kendi felsefî eğilimlerinden
etkilenmekte, net bir objektif-bilimsel anlayış ortaya konulmakta güçlük
çekilmektedir; bu bilim insanları arasında da hâlâ tartışmalar söz konusudur.
Buna rağmen üzerinde güçlü konsensüs bulunan, pek çok psikoloğun doğru kabul
ettiği bir görüşe göre, mantık ilkelerinin kaynağı psişik “ben bilincidir”. En
temel mantık ilkesi olan özdeşlik ilkesi üzerinden hareket eden psikologlar,
tarihsel süreçte insanların iç ve dış deneyimleri boyunca ilk olarak
kendilerini anlamlandırdığını ve tanıdığını ortaya koymaktadırlar. Bu görüşe
göre ilk insanlar, ilk olarak kendi benliklerinin tekliğini kavradılar ve kendi
dışındaki nesnelere-canlılara bakarak kendilerini onlardan ayırt ettiler. Bu
noktadan itibaren diversitas (başka
olma, çelişmezlik) düşüncesini ürettiler. Kendini bilerek özdeşlik ilkesini
bulan insanlar, civarlarındaki diğer varlıklar yoluyla da kendilerinden farklı
olanı gördüler. Bu noktada da çelişmezlik ilkesinin formülasyonunu ortaya
koydular. Bu pre-historik döneme ait psikolojik araştırmalar, bize mantık
ilkelerinin a posteriori özelliğini çağrıştırmaktadır. Bununla birlikte mantık
ilkelerinin zihinde a priori bulunduğunu iddia eden Piaget gibi psikologlar da
vardır. Konuyu sosyolojik açıdan değerlendiren Mauss ve Durkheim gibi sosyologlar
arasında da zihnin mantık ilkelerini toplumsallaşma sürecinde elde ettiği fikri
üzerinde bir görüş birliği mevcuttur12.
Zihinde
bulunan mantık ilkelerinin nedeni sorulabilir mi? Zihindeki mantık ilkelerinin
nedeni nedir? Bu sorunun, yani neden
sorusunun, üzerinde uzlaşılmış bir yanıt bulunmamakla beraber, hatta böyle bir
sorunun sorulamayacağına dair görüşler de ortaya atılmıştır. Bu soruyu mantık-zihin
ekseninde felsefî ve bilimsel bakış açılarıyla incelemek durumundayız. Öncelikle,
bir bilim dalı olarak psikoloji, düşünme edimiyle olgusal ve bilimsel açıdan
ilgilenir. Zihnin düşünme edimi ise salt mantıksal düşünme ile sınırlı
değildir. Tasarlama ve hayal etme ile çeşitli koşullarda mantıksal düşüncenin
sınırlarını zorlayabilen zihin, zihinsel sağlığın bozulması durumunda ise mantıksal
düşünceden uzaklaşabilir. Psikoloji de insanın mantıksal düşünceye etki eden
psişik, sosyal, biyolojik, sinirsel ve çevresel etmenleri çeşitli testler,
gözlemler, deneyler yoluyla araştırır. Düşünmenin yapısı psikolojinin konusu
iken düşünmenin kendisi mantığın ve psikolojinin konusu değildir. Aynı şekilde
düşünmenin nedeni de felsefî araştırmalarda konu edilebilir fakat mantıkî ve
psikolojik açılardan ele alınamaz. Mantık, doğru düşüncenin yöntemlerini ve
yollarını içerir ve doğru düşünceye bir kalıp (form, biçim) görevi yapar. Başka
bir deyişle mantık, mantıksal düşünmeyi olgusal olarak değil, salt formel
yönden inceler. Kişinin mantıksal düşündüğünü belirttiğimizde anlatmak
istediğimiz, onun hangi hâl ve koşullarda bulunduğu değil, doğru önermelere
sahip olduğudur. Burada mantıksal düşünce kişinin kendi psişik özelliklerinde
değil, kimlik dışı bir konumda bulunmaktadır13.
Psikolojizm
araştırmaları, son yüzyıllarda ortaya çıkan ve mantık ilkelerinin ve genel
olarak metafiziğin, etiğin ve epistemolojinin kökenini ve nedenini insanın
zihninde ve psişik yaşamında arayan bilimsel bir yaklaşım olarak özetlenebilir14.
Mantıkta psikolojizm, kişinin öznel varlığı ile ilişkili olarak mantık
yasalarını kişinin benliğinde bulma araştırmasıdır. Psikolojist yaklaşımların
baştaki temsilcisi olan Edmund Husserl (1859-1938), mantığı salt bir disiplin
ve normatif bir bilim olarak tanımlamış, mantık ilkelerinin bu yüzden a priori
olması gerektiğini iddia etmiş ve Kant’a benzer fikirler ileri sürerek onlara transandantal (aşkın, doğaüstü) nitelik
atfetmiştir. Sonraki dönemlerde psikolojist fikirlerini terk eden E. Husserl,
bunun sebebi olarak empirist bir bilim olan psikolojinin, mantıksal ilkeleri
açıklamada yetersiz kalmasını göstermiştir. Deneysel bilimler, endüktif yani
tümevarımsal önermelerle ve ancak olasılıklarla yargılar üretebilirken mantık
gibi kesin, zorunlu ve dedüktif yani tümdengelimsel alanların ilkelerini ve
önermelerini temellendiremez. Zaten mantıksal önermeleri kendisi kullanan bir
bilimin mantıksal önermeleri temellendirmeye çalışması tam bir döngü yaratır. Bu
durum ise mantıkta istenmeyen bir durumdur. Sonuç itibariyle bilimsel bir
yaklaşım olarak psikolojizm, mantığın ilkelerinin nedenini ve zihindeki
kaynağını bilimsel yoldan açıklamakta bir döngüye düşerek başarısız olmuştur.
Neden
sorusunun bilimsel açıdan ele alınışında ortaya çıkan güçlükler yukarıda
açıklandığı gibidir. Konunun felsefî yansımaları oldukça farklı alanlara
sıçramayı da gerektireceğinden kısa bir açıklama ile mantık-zihin ilişkisini
bitirmeyi hedefliyorum. Alman matematikçi ve filozof G. W. Leibniz’e
(1646-1716) göre mantık ilkeleri akıl için zorunludur. Yürümek için nasıl
kaslara ihtiyacımız varsa düşünmek için de mantığa ve ilkelerine ihtiyacımız
vardır. Onların olmaması düşünülemez ve zihin sadece bu ilkelere dayanır15.
Leibniz’in açıklamalarındaki “olmaması düşünülemez” ifadesi şüphesiz ki bize
neden hakkında bilgi vermiyor. Çünkü düşünsel bir etkinlik olarak felsefenin
rasyonel bir “mantığın nedeni” açıklaması yapmasının zorluğu, rasyonel
açıklamaların mantığı bir ön bilgi şeklinde kullanmasından ileri gelmekte,
tıpkı bilimsel bir açıklama çabasına girdiğimizde karşımıza çıkan bir döngü
durumunun varlığı gibi, felsefî açıklamalarda da karşımıza bir kısır döngü çıkarmaktadır.
Sonuç olarak rasyonel bir faaliyet olan bilim faaliyeti ile zihnin sahip olduğu
mantık ilkelerinin nedeninin sorgulanamaması durumu gibi, felsefeyi rasyonel
biçimde ele aldığımızda da karşımıza aynı durum çıkmaktadır. Bu koşullarda
mantığın ve zihindeki ilkelerin nedeni hususunda irrasyonel ya da doğaüstü
açıklamalara ihtiyaç duyulmaktadır ki, bu durum temellendirilemeyen birtakım
inanç ve iman olgularının açıklamalarını gereksinmeyi işaret etmektedir. Neden
sorusunu sormamak ve sorulamayacağını iddia etmek, bilimsel-rasyonel
açıklamalar için bir zorunluluk halini almışken, inanç yolu ile bu soruya
çeşitli doğaüstü güçlerle cevap verebilmek, temellendirmeden uzak olsa dâhi
olanaklıdır. Bu noktada dinî birtakım normlar ve dogmaların bu soruya cevap
verdiği görülmektedir. Nitekim ülkemizde Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken de bu
konuya dikkat çekerek rasyonel etkinliklerle ulaşamadığımız noktalara iman ve
inanç ile ulaşabildiğimizi söylemekte, nedensel ve zihinsel soruların
cevaplarının aşkın bir varlıkla çözülebileceğini iddia etmektedir. Gazali,
Pascal ve Bergson bu tip bir anlayışı benimseyen düşünürlerdendir16.
Zihin
ve mantık ilişkisini ele aldığım bu kısımda ilkelerin kaynağı, zihinde varlığı,
zihinle ilişkisi, kavram ve kategorilerin neliği konularında genel yaklaşımlara
ve temel tartışmalara yer verilmiştir. İlerleyen yazılarda mantığın kaynağı problemi farklı eksenlerde daha ayrıntılı şekilde
incelenecektir.
İlkel Toplumlarda Mantık Anlayışı
İlk
insan popülasyonları neler yapmıştır? Onların düşüncelerini etkileyen fiziksel,
kültürel ve biyolojik koşullar nelerdir? Coğrafi zorluklarla mücadele etmeye
çalışan atalarımız, hangi durumlarla karşılaştılar ve yeryüzüne yayılma
hikâyeleri nasıl gelişti? Atalarımızın binlerce yıl sürecek olan dünyayı tanıma
serüvenini ve kültür-medeniyet oluşturma sürecini araştırmak oldukça zor olsa da
bir o kadar da heyecan vericidir.
Modern
insan türü olan Homo sapiens sapiens,
yaklaşık 200000 yıllık geçmişinde (en erken fosil kayıtları 150000 yıl öncesine
aittir) bizden 100000 yıl önce evrimleşmiş olan yine Homo cinsine ait Homo sapiens neanderthalensis adında farklı
alt türe ait insanlarla da karşılaşmıştır. Elde ettiğimiz bilimsel verilere
göre bizim türümüzle Neanderthalenler binlerce yıl eş zamanlı yaşadılar ve
belli yerlerde karşılaştılar, var olma mücadelesi verdiler. Neanderthalenler
ile ortak ataya sahip olan günümüz insanı (onlardan evrimleşmiş değil, ayrı
dallar oluşturmuştur), Neanderthalenler’in neslinin fiziksel koşullar ve diğer
etmenler sebebiyle tükenmesiyle paralel biçimde yeryüzüne yayılış göstermiştir17.
İnsanın
evrimi konusu bilimsel açıdan aydınlatılmaya paleontoloji, biyokimya ve genetik
gibi bilim dalları sayesinde şimdi daha da yakındır. Geçmişimiz, sanılanın
aksine çok daha eskidir ve bize benzer insanların-insansıların ve geçiş türlerini
oluşturan atalarımızın fosil kayıtları, milyonlarca yıl öncesini işaret
etmektedir. Bu yazıda insanın evrimini detaylı ele almamız imkânsızdır, çünkü
insanın evrimi hakkında araştırmalar farklı bir yazının konusudur. O nedenle
tarihimizi Sapiens’in yeryüzüne geniş ölçüde yayıldığı noktadan başlatarak
mantığı oradan ele almak bu araştırmadaki hedefimdir. Öyleyse insanlığın
yeryüzündeki ilk yuvası olan Afrika’da düşünsel ve mantıksal etkinliklere
tarihsel bir değerlendirmeyle başlamak yerinde olacaktır.
Afrika’da Düşünce ve Mantık Anlayışı
Tarihsel
ve antropolojik araştırmalara göre 2-3 milyon yıl öncesine dek giden insanlığın
(insan türlerinin) ortaya çıkış süreci, günümüzden yaklaşık 40000-50000 yıl
öncesine geldiğimizde tek türün neslini devam ettirebilmesi ve yeryüzüne
yayılmış vaziyete kavuşmasıyla uygarlıkların kökenini oluşturacak zemini ve
rasyonel toplulukları meydana getirecek bilgi ve kültür seviyesini sağlayacak
duruma gelmiştir. Atalarımızın ilk üyeleri belirli-sabit bir yerleşik yaşamdan
uzak, fizikî ve coğrafi şartlara oldukça bağımlı, doğaya mahkûm şekilde
yaşamaktaydılar. El becerileri yüksek, iletişimleri güçlü ve zor koşullara
dayanıklı ortamlar yaratmaya meyilliydiler. Böyle niteliklere sahip olan
insanların özdeşlik ve çelişmezlik ilkelerini idrak eden bir zihne sahip
oldukları kuşkusuzdur. Ek olarak, mantığın bu iki temel mantık ilkesinin ortak
atalarımızdan bize genetik yolla geçtiği ve diğer memelilerde de bu ilkelerin
varlığı bir gerçektir. Bu özelliklere sahip olan atalarımızın, evrimleştikleri
bölge olan Afrika’nın nispeten ılıman ve iklimi yaşamaya elverişli bölgelerinde
yaklaşık 50000 yıl önce yaşadığına dair izler bulmak olanaklıdır18. Bulundukları
ortama göre Dünya’ya yayılan insanlarla farklı koşullara sahip olan ilkel
Afrikalılar, tarih içerisinde birçok kez Mısır, Hint Bölgesi ve Avrupa’nın
etkisiyle düşünsel etkinlikler bazında değişik yaklaşımlar, mantıkî yorumlar ve
dinsel uygulamalar sergileseler de bu değişikler oldukça sınırlıdır. Bugün dâhi
Afrika yerlileri arasında inancını ve düşüncesini özgün biçimde tutan,
fikirlerini asırlardır muhafaza etmeyi başaran kabileler mevcuttur.
Afrika
toplumlarının neredeyse tümünde, dünyanın değişik coğrafyalarındaki din,
düşünce ve mantık anlayışlarından farklı bir çizgi hissedilebilir. Bunun
nedenleri arasında Afrika’nın insanlığın en eski yerleşim merkezlerinden
olması, çevresindeki oldukça etkili kültürel sistemlerden kısmî olarak
etkilenmesi ve genel olarak farklı düşünce-inanç sistemlerini birlikte
barındırıp onları koruyabilmesi sayılabilir. Ne var ki, Afrika’da rasyonel
yapıyı ve düşünce sistemini bütünüyle ortaya koymak oldukça zordur. İlkel Afrika
dillerinin yapısı ve öğrenilmesinin güçlüğü çalışmaları yavaşlatan en önemli
engelken Afrika asıllı araştırmacıların katkılarıyla Afrika dillerinin öğrenilmesi
sağlanarak Afrika’nın düşünsel yapısının anlaşılmasında bir engel
zayıflatılmıştır19. Bununla paralel olarak Afrika’da dinî ve
düşünsel çalışmalar bir nebze olsun aydınlatılabilmiştir. Afrika insanının
mantık sisteminin dinsel, mitolojik ve irrasyonel düşüncelerden ayrılmaması da
bu bölgede geçmiş tarihlerde mantığa dair ortaya konulan fikirlerin ayırt
edilmesini olanaksız kılmaktadır.
İngiliz
kültür antropoloğu, aynı zamanda Nijerya vatandaşı olan Robin Horton, Traditional Thought and the Emerging African
Philosophy Department adlı çalışmasının dördüncü cildinde Afrika’nın
mantıksal ve düşünsel geçmişini eleştirerek bilhassa felsefe çalışmalarının
geçmişte ve günümüzde olmadığını söyler, bunun nedeni olarak da Afrika
düşüncesinin mantığa ve epistemolojiye yatkın olmadığını gösterir. Aynı şekilde
misyoner H. Maurier, R. W. Wright’ın African
Philosophy adlı kitabında yer alan Do
We Have an African Philosophy? adlı makalesinde Horton’a benzer bir
yaklaşım sergileyerek Afrika felsefesinin geçmişinde mantıksal ve kavramsal
eksikliklere vurgu yapar20.
Afrika’da
mantıksal düşünce, ilkel dinlerinin ve geleneklerinin gerisinde kalmış, ön
plana çıkmamış ve inancın irrasyonelliği, mantıksal önermelere tercih
edilmiştir. Bu nedenle Afrika’da geçmişe dair mantıksal bilgiler elde etmek
güçtür. Daha önce belirttiğimiz üzere ilk insan topluluklarındaki psişik ben
algısının, kişisel şuurun farkında olmanın, özdeşliğin ve diversitasın ötesinde,
bunların üzerinde bir mantıkla karşılaşmak Afrika’da çok zor olduğundan, mantıksal
düşüncenin eleştirisini yerli dinler üzerinden yapmak daha doğru olur. Bu
bölümde yalnızca Voodoo dini esas alınacaktır.
Afrika’nın
en eski dinleri arasında Animizm, Fetişizm, Totemizm ve Voodoo (Vudu, Vodun)
dinleri sayılabilir. Bu dinlerden özellikle Voodoo dini, animist niteliklere
sahip Afrika’da doğmuş bir din olarak Afrika’nın geçmiş dönemlerdeki en yaygın
dini konumundadır. Benin’de konuşulan etnik bir dil olan “Fon” dilinde voo “içe bakış”, doo ise “bilinmeyen” anlamını taşımaktadır. Voodoo dininde “Djo”
adında bir Tanrı’ya inanılmaktadır. En büyük ve yüce varlık olan Djo,
insanların kaderiyle ve davranışlarıyla ilgilenmez, o nedenle insanlar
doğdukları anda tamamen yabanıl ve güçsüz olarak doğarlar. Başlangıçta her
insana rehber olması amacıyla bir ruh, “Loa” verilir. Ruhsuz olduğunda tamamen
bir hayvan gibi olan insan, kendisine ruh verildiğinde ruhsal bir varlığa
dönmektedir. Bu ruhsal varlık, küçük
melekler olarak üç parçadan oluşur. Bu melekleri geliştirerek ve
mükemmelleştirerek Tanrı Djo’ya yakınlaşmaya çalışan insanlar, üç ruhsal
parçayı tapınaklarda özel odalarda kötü ruhlardan korumak için saklarlar. Kişi
öldükten sonra kilden yapılmış kaplarda saklanan ruhların özgürleşmesi için kaplar
kırılır. Bu noktadan itibaren ruhlar ve ceset farklı uygulamalara tabi tutulur.
Vodoo dini tarihsel süreçte varlığı korumuş ve günümüze dek gelmiştir. Voodoo
ile ilgili ayrıntılı yazılara Dinler
Tarihi Araştırmaları içerisinde yer vereceğimden, bu bölüm için
açıklamaları yeterli görüyorum.
Eski
Afrika insanında mantıksal düşüncenin egemen olmadığı, görüldüğü üzere son
derece açıktır. İlkel kabilelerde, dünyanın birçok coğrafyasında olduğu gibi
doğa olaylarına ve tabiatın işleyişine karşı bir merak ve korku, insanları o
dönemin aklının sınırlarının ötesinde yorumlar yapmaya itmiştir. İlkellerin
kültür ve inanç tarzları, hakikatten öte bir gelenek halini kabaca devam
ettirdiğinden etkileri halen görebildiğimiz bu kültür ve inanç sistemleri, özü
itibariyle rasyonel düşünceden uzak, mantıksal ve bilimsel faaliyetlerin henüz
gelişmediği toplumların bir ortak özelliği gibidir. Bunun en büyük örneği,
yukarıda da belirtildiği gibi geçmişte ve hatta günümüzde de bütünüyle sistemli-mantıksal
bir düşünce geliştiremeyen Afrika’dır.
Eski Mısır’da Mantık
Afrika’nın
kuzeyinde insanlığın en köklü yerleşim merkezlerinden biri olan ve özgün-homojen
bir kültür geliştirmiş Mısır’ın tarihi, içerisinde barındırdığı gizemli, düşsel,
ezoterik (içrek, gizlemli) ve mitsel öğelerle her dönemde birçok disiplinden
araştırmacı ve bilim insanının ilgisini çekmiştir. Günümüzde halen, Mısır’da
asırlardır süregelen çeşitli ezoterik öğretilerin ve kadim inanışların modern
toplumu etkilediği görülmektedir. Kuşkusuz ki, bilhassa, Eski Mısır’ı her
yönüyle değerlendirmek; onu tarih, din, bilim, felsefe ve sanat disiplinleri
içerisinde ele alabilmek, insanlık tarihi çalışmaları içerisinde belki de en
özel çalışmalardan birisi olsa da burada Eski Mısır’da rasyonel ve mantıksal
düşüncenin varlığından ve dolaylı olarak ortaya çıkan teknik bilgiden söz
ederek Mısır’a dair her şeyi ve geri kalan ayrıntıları Tarih, Dinler Tarihi, Bilim Tarihi ve Sanat Tarihi kısımlarına devredeceğim.
İlk
Çağ uygarlıkları arasında bütün bir Afrika’nın yeri ve önemi tartışmalı olsa da
kuzeyindeki bu uygarlık Afrika’dan farklı bir gelişim göstermiştir. Ünlü Yunan
bilgin Herodotos’un “Nil’in Armağanı” şeklinde söz ettiği Mısır’a bu unvan,
coğrafî konumu nedeniyle çöl olmaya mahkûm olan ve çok az yağış alan kurak
Mısır topraklarının, Nil Nehri sayesinde canlanması ve bereketlenmesine paralel
olarak verilmiştir21. Yılda iki kez nehrin taşmasıyla ovaya ve
deltalara taşınan alüvyonlar, bölgeyi yaşamaya ve özellikle tarıma elverişli
kılmıştır. Doğu Afrika’dan yeryüzüne yayılan türümüzün de ilk uğrak yerlerinden
biri nitekim Nil ve çevresi olmuştur. Bu sebeple Mısır’ın tarihi, uygarlık
tarihiyle yaşıttır.
Mısır’ın
yazı öncesi dönemde insanlara ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. Paleolitik Dönemden
(Eski Taş Çağı) kalma taştan yapılmış aletlerin Nil Vadisi çevresinde bulunması
bunun delillerindendir. Eski Taş Çağı’nın izleri yaklaşık 500000 yıl öncesine
gitmektedir. Günümüzden yaklaşık 10000-20000 yıl öncesine geldiğimizde ise
Mısır bölgesinde ve genel olarak Afrika’da iklimin epey değiştiğini
gözlemliyoruz. Fizikî şartların Nil ve etrafında yaşamaya elverişli hale
gelmesiyle Neolitik Devirde (günümüzden yaklaşık 5000-10000 yıl önce)
insanların Mısır’da ilk yerleşim yerlerini oluşturduğunu ve tarımsal
faaliyetleri başlattığını, ikili ve toplumsal ilişkilerin geliştiğini ve
insanların doğayı işleyerek-dönüştürerek uygarlık meydana getirme sürecinin
temelini inşa ettiğini arkeolojik çalışmalar ve sonraki dönemleri aydınlatacak
yazılı kaynaklar neticesinde öğrenmekteyiz. Bunların sonucunda da Eski Mısır
uygarlığında köy, kent, nom, devlet ve krallık düzeni çerçevesinde belirli
sülalelerin yönetim erkini elinde tutması biçiminde örgütlenen insanlar,
yaklaşık 3000 yıl boyunca Mısır’da kültür, edebiyat, tıp ve matematik
disiplinlerinde modern medeniyetlerin daha sonra üzerine yepyeni bir mantık
metoduyla bir bilim inşa edeceği bir literatürü hazırlamışlardır.
Mısır’ın
tarihsel ve coğrafi konumuna kısa bir giriş yaptıktan sonra, Antik Mısır
toplumundaki genel zihinsel-mantıksal perspektifleri anlamak adına bu zihnin
ortaya koymuş olduğu ürünleri incelemekle işe başlamalıyız. Eski Mısır’ın sahip
olduğu spesifik özellikler içerisinde ilk gözümüze çarpan hiyeroglif yazısı
olacaktır. Kökeninin yaklaşık 5000 yıl öncesine dayandığı bu ilkel yazı tipinin
ortalama aynı dönemde Mezopotamya’da da var olması (Sümer, Urartu, Luvi Hiyeroglifleri), Eski Mısır toplumunun çeşitli
etkileşimler sonucu yazıyı Mezopotamya yerlilerinden aldığını çağrıştırsa da
Mezopotamya hiyerogliflerinden fonetik, gramer ve form-semboller açısından
farklılıklar içermektedir.
Hiyeroglif
(hieros: kutsal, graphikos: oyma, yazıt) yazısı, adından da
anlaşılacağı üzere Eski Yunanca kutsal
yazıt anlamına gelmekte olup yazının icat edildiği dönemin insanının
dinsel-mitolojik inançlarının, pratik bir uygulaması, göstergesi ve inançların
insanlar üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Mısır hiyerogliflerinin temel
niteliği, piktograma dayalı (görsel)
ve taş, ahşap, kemik gibi sert maddeler üzerine yazılı olmasıdır. Zaman
içerisinde toplumsal ihtiyaç ve değişimlere paralel olarak basit hiyeroglif
yazısından hiyeratik yazı, demotik yazı ve kopt yazısı evrimleşmiştir.
Hiyeroglif
yazısının resme dayalı olması, birçok sembol içermesi ve bu sembollerin
genellikle dinsel, soyut ya da günlük hayatta karşılaşılan nesne, şekil ve
çizimlere dayalı oluşu, Eski Mısır insanının doğayı anlama, onu değiştirme ve
doğaya-evrene yönelik özgün fikirler üretip bu fikirleri paylaşabilme yetisini
ortaya koymaktadır. Kadim Totemist-Animist inançların birçok ilkel kabilede
olduğu gibi Antik Mısır’da da var olduğunu, meydana getirdikleri yazı sistemini
kullanarak bizlere bıraktıkları yazıtlarla anlıyoruz. Nitekim hem arkeolojik bulgular
hem de epigrafik-paleografik veriler bilhassa Mısır’ın ilk dönemlerinde kökeni
totemizme dayalı hayvan şeklinde tasvir edilmiş tanrıları işaret etmektedir22.
Bunun sebebi olarak tarıma ve hayvanları evcilleştirmeye büyük önem veren Mısır
toplumlarının yaşamında ve faaliyetlerinde hayvanların yerinin büyük olmasını
görmek normaldir. Ekonomik ve yaşamsal faaliyetlerde öneme sahip olan unsurlar,
dinî-mitolojik karakterleri de etkilemiş, politeistik bir inanç sistemi
oluşmuştur. Aynı şekilde belli başlı doğa unsurları (Güneş, Yağmur, Ay,
Rüzgâr…) da Mısır toplumunda tanrı ve tanrıçalarla betimlenmiş, yaratılan
tanrılara toplumsal düzen, refah ve barış için tapınılmıştır. İlerleyen
dönemlerde insan biçimli ve hayvan uzuvlarına sahip tanrılar da yaygınlaşmakla
beraber, kendi otoritesini sağlamlaştırmak adına monoteistik inançları savunan
ve yaygınlaştıran III. ve IV. Amenofis (MÖ 1352-1335) gibi tanrısal hükümdarlar
da ortaya çıkmıştır. Monoteistik dönemde tek tanrı olarak Aton kabul
edilmiştir. En önemli Mısır tanrıları olarak Nut (Gök Tanrısı), Geb (Yer
Tanrısı), Şu (Hava Tanrısı), Ra (Şahin Başlı Güneş Tanrısı), Apis Boğası, Hathor (Nekropolis Tanrıçası),
Atum, Amon ve Osiris (User) sayılabilir23. Mısır tanrıları ve onlara
tapınma şekilleri genel olarak toplumun yaşayışını, doğayı gözlemleme sürecini
ve ihtiyaçlarını yansıtmaktadır. Buradan net olarak çıkarabileceğimiz sonuç
şudur ki, Antik Mısır toplumunda doğal çevrede olup bitene karşı bir ilgi ve
merak söz konusudur. Bu ilginin doğayı ampirik şekilde kavrama ve analiz etme
gibi ikincil bir sonuca götürdüğü belli olmakla birlikte, doğa üzerine rasyonel
düşünebilme kabiliyetinin varlığına dair izler bulmak, her ne kadar
açıklanamayan olguların doğaüstü ile tasviri mevcut olsa da mümkündür. Bunun
kanıtı olarak da hiyeroglif yazısı içinde soyut ve mitolojik öğeler arasından
seçebileceğimiz nispeten doğal vakaların ve olguların din dışı açıklamalarının
ve somut aktarımlarının varlığını gösterebiliriz. Özellikle papirüsler üzerine
yazılan günlük hayata dair açıklamalar, biyografi ve otobiyografilerde, din
dışı konularda yazılan metinlerde kişinin karşılaşabileceği sorunlara pratik ve
akılcı çözümler yer almış, doğal olaylara olgusal-mantıksal izahlar
yapılmıştır. Bu durum Mısır’da gözlemleyici ve mantıksal düşüncenin varlığına
bir işarettir.
Antik
Mısır’da mantıksal-rasyonel düşüncenin varlığı paleografik bulgularda kendini
hissettirse de antropomorfik (insanbiçimci), tanrısal, mitolojik ve irrasyonel
açıklamalardan tümüyle sıyrılabilmiş değildir. Örneğin sosyolojik, psikolojik,
tıbbî birçok problemde büyü-deney karışımı bir uygulama kullanılmaktadır. O
halde, rasyonel-mantıksal düşünüşün varlığı, en iyi bu düşünüş tarzının
ürünleriyle açıklanabileceği bilindiğinden, bu alanlarda kullanılan teknik-bilimsel
bilgiyi incelemekte fayda görüyorum.
Mısırlılar,
günlük yaşamda karşılaştıkları bazı sorunlara sayısal çözümler üretmek
durumunda kalmışlardır. Örneğin, sahip oldukları toprakların büyüklüğünü ölçmek
ve dolayısıyla vergileme sistemini düzene sokmak için hesaplama yöntemleri
geliştirmişlerdir. Onlu sistemin varlığına dair ilk kanıtlar Mısırlıları
göstermektedir. Tarla alanı ve sıvıların hacmi konusunda belirli ölçümler
geliştiren Mısırlılar, bu sayede temel geometri ilkelerini bulmuşlardır. Hatta
Pisagor’a ait olduğu iddia edilen 3-4-5 dik üçgeninin formülasyonunun
Pisagor’dan çok önce Mısırlılar tarafından bilindiğine dair veriler
bulunmaktadır. Çember, daire, üçgen ve dikdörtgen çevre ve alan hesaplama
konularında kendilerini geliştiren Mısırlılar, Pi sayısını gerçek değerine çok
yakın, 3,16 olarak hesaplamışlardır24. Nil Nehri’nin periyodik
olarak taşması, Sirius yıldızının taşmayla eş zamanlı şekilde belirlemesi,
Güneş ve Ay tutulmaları ve diğer gözlemler Eski Mısır toplumunun astronomiye de
ilgi duymasını sağlamış, zira astronomik gözlemler neticesinde miladi takvimin
ilk versiyonu olan Güneş yılı esaslı takvim icat edilmiştir.
Mısır
toplumu insan bedeni üzerinde de çalışmış, bu nedenle tıbbın öncülerinden
sayılmıştır. Çeşitli yaralanmalarda, iç hastalıklarında ve yaşam süresini
uzatmada ameliyatlar yapılmış, reçeteler yazılmış ve deneysel yöntemler
kullanılmıştır. Kafatasının kesilip beyin ameliyatı yapıldığına dair bilgiler
de paylaşılmaktadır. Buna rağmen Mısır tıbbıyla ilgili bildiklerimiz oldukça
sınırlıdır. Elde ettiğimiz bilgiler çoğunlukla o dönemden kalma papirüsler
sayesindedir. Mısır tıbbıyla ilgili geniş bilgiyi Tıp Tarihi Çalışmaları içerisinde vermeyi planlıyorum.
Mısır
tıbbının işleyişi teknik ve deneysel bilgilere dayalı olsa da birçok noktada
büyüsel, dinsel ve tanrısal etkileri de içinde barındırmaktadır. Özellikle
hastalıkların tanımlarında sağlığın bozulma durumlarında ve insan ömrünün
yetersizliğinde bilimsel açıklamalar yetersiz kalmış, hastalıkların sebebi
olarak tanrıların insanın vücudundaki dingin ruha müdahale etmesi görülmüş ya
da çeşitli büyülerin kişiyi etkisi altına aldığına inanılmıştır. Aynı şekilde
büyü ve sihir, sağaltımda yarı dinî kimliğe sahip hekimler tarafından bir metot
olarak da kullanılmıştır. Sonuç olarak birtakım deneysel ve teknik yaklaşımlar
içeren Mısır tıbbının bu yanı, Mısırlıların mantıksal düşüncesinin ekseninde
ortaya çıkarken mitolojik inançlarının da etkisi son derece hissedilmektedir.
Aynı durum ölüyü mumyalama etkinliği için de geçerli olup ölü mumyalama
işleminin hem teknik-deneysel yönü hem dinî yönü bulunmaktadır.
Mısır
mimarîsinden bahsedildiğinde aklımıza piramitlerin gelmesi kaçınılmaz
olacaktır. Asırlardır ejiptologlar, tarihçiler, sanat ve bilim tarihçileri ve
felsefecilerce farklı açılardan değerlendirilen piramitler, birçok efsaneye,
mite ve hikâyeye de konu olmuş, farklı platformlarda tartışılmış, yalnızca
piramitleri incelemek üzere bile alt bir bilim dalı, piramitoloji ortaya
çıkmıştır. Hangi amaçla, hangi koşullarda ve nasıl bir süreçle inşa edildiği ve
spesifik şeklinin, dâhili düzeninin ilginç sonuçlarının açıklanması yıllarca
gizemini koruyan piramitler son yıllardaki çalışmalarla tamamen aydınlatılmaya
çok yaklaşmıştır. Piramitlerin yapısı binanın stabilitesini ve verimliliğini
artıracak şekilde olup binanın inşası esnasında kaynakların en kolay şekilde
kullanımını sağlar niteliktedir. Piramitlerin bu özellikleri insanların
piramitlerin farklı ve daha gelişmiş medeniyetler belki uzaylılar tarafından
inşa edildiğini iddia etmelerine sebep olmuştur. Ünlü piramitolog John Taylor
1859 yılında yayımladığı bir çalışmada piramitlerin, Mısırlı olmayan ve Tanrı
tarafından yönetilen bir istilacı toplum tarafından inşa edildiği teorisini
ortaya atmıştır. Orta Çağ Arap düşünürleri, piramitlerin Nuh Tufanı ile
birlikte inşa edildiğini ve Mısırlıların kadim bilgeliklerini ve bilimsel
çalışmalarını koruduğunu iddia etmişlerdir25. Piramitlerle ilgili
ortaya atılan bu tip efsaneleri semavi dinlerin kutsal kitaplarının
yorumlarına, çeşitli ezoterik öğretilere ve inanılagelen safsatalara bağlamak
olanaklıdır.
Piramitlerin
inşasının yüksek bir mühendislik, mimarî bilgi, geometri ve fizik bilgisi
gerektirdiği açıktır. Bunun da olanaklı olması sadece rasyonel düşüncenin
varlığıyla açıklanabilir. Mısır geometrisi, Mısır’da mantıksal düşüncenin
varlığının en önemli delilidir.
Mezopotamya’da Mantık
Mezopotamya,
Yunanca anlamı “ırmaklar arasındaki ülke”, Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan
bölgeye verilen isimdir. Mezopotamya ismi herhangi bir siyasi devleti ya da
sınırları çizili bir toprak parçasını ifade etmeyip, oldukça genel bir biçimde
Yunanlılar tarafından o bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Tarih boyunca
birçok farklı medeniyete ev sahipliği yapan ve medeniyetler beşiği olarak anılan bu topraklar Sümerler, Urartular,
Akadlar, Babilliler, Asurlular gibi önemli uygarlıkları barındırmıştır. Burada
çeşitli zamanlarda ve eş zamanlı varlıklarını sürdüren her bir uygarlığı ayrı
ayrı incelemek yerine bir bütün olarak Mezopotamya insanının rasyonel-mantıksal
ve teknik düşüncesini etkileyen faktörleri ele alarak geri kalan çalışmaları Tarih araştırmalarına bırakmak
istiyorum.
Mezopotamya
coğrafi konumu itibariyle yerleşime oldukça müsait bir durumda olduğundan,
tarihsel süreçte insanlığın ilkel dönemlerinden itibaren tarımsal faaliyetler
için kullanılmış, asırlarca insanlara ev sahipliği yapmış ve civar bölgelerden aldığı
yoğun göç ve saldırılar neticesinde bir kültür-medeniyet zenginliğine sahip
olmuştur.
Mezopotamya’da
rasyonel düşüncenin varlığı daha çok Sümer ve Babil uygarlıklarında kendini
gösterir. Sümer ve Babil dönemlerinde Mezopotamya’da teknik ve zanaata yönelik
gelişmeler yaşanmıştır. Tarıma ve
hayvancılığa önem veren bu toplumlar, gereksinim fazlası ürünleri de ekonomik
yollarda kullanmışlardır.
Sümerler (Sinear) ve Babilliler
(Amurrular)
Mezopotamya
medeniyetinin temelini oluşturan, sayısız medeniyeti etkileyen, yazıyı ilk kez
kullanan, astronomi, bilim, felsefe, tıp gibi alanlarda ilk ciddi çalışmaları
ortaya koyan Sümerler, kendinden sonra gelecek birçok toplumu her yönden
etkilemiş, asırlarca kültürel-düşünsel etkisini devam ettirmiş Sami olmayan bir
topluluk tarafından kurulan bir uygarlıktır. Fakat Sümerleri kuran topluluğun
kökeni tartışmalı olsa da Orta Asya’dan geldiklerine dair birtakım çalışmalar
yapılmıştır. Yakın tarihteki antropolojik araştırmalar ve kafatası ölçümleri
Sümerlerin brakisefal Alp etnik
kimliğine sahip olduğunu göstermektedir. Bu nedenle dolikosefal Akdeniz kimliğe sahip olan Samilerden ayırt edilirler.
Sümerler
çok tanrılı inanca sahiptir. İnançlarıyla bağlantılı şekilde, gerek gökyüzünü
gözlemlemek gerekse inandıkları, bilhassa, gökteki tanrılara daha yakın
olabilmek amacıyla inşa edilen yarı tapınak yarı rasathane işlevli binalarına
da Ziggurat denir. Zigguratlar, günümüzde Sümerlere ait olduğunu bildiğimiz
birçok buluş ve eser hakkında doğru bilgiye ulaşmamızı sağlamış, özellikle
yazının icat edilme sürecinde bir kilometre taşı olmuştur.
Sümerlere
dair en azından burada bahsetmemiz gereken iki nokta var ki, bunlar, Sümerlerin
felsefî-mantıksal eğilimlerinin anlaşılabileceği Gılgamış ve Yaradılış
destanları ile bilimsel-toplumsal etkinlikleridir.
Sümerler
bugün anladığımız manasıyla sistematik bir felsefî-mantıksal düşünce üretmeyi
başaramamış, Antik Yunan’da olduğu gibi bilginin ve salt gerçekliğin varlığına
yönelik soruları sormamış ve epistemolojik literatüre katkı yapmamış olsalar
da, bu durum Sümerlerde mantıksal düşünüşün var olmadığı anlamına gelmemektedir26.
Evrenin ve insanın kökenini düşünüp tartışan Sümerler, kendilerini tatmin edecek
doğruları aramak maksadıyla gözlemsel çalışmalar da yapmışlardır. Hatta insana,
evrene ve bunların yaradılışına dair ortaya koydukları izahlar asırlarca
kendilerinden sonra gelecek kültürlerin temel yapı taşını teşkil etmiş, büyük
semavî dinlerin felsefî arka planını meydana getiren mitolojik, destansı
anlatımlar çağımızda dahi bilimsel-tarihsel araştırmalardan yoksun olan
toplumlar nezdinde makul, kabul edilir olmuştur. Yaradılış efsanesini
irdelemeye başlayalım:
Sümerlerin
evrenin yaradılışı hakkında bıraktığı miras hakkında elimizdeki en önemli
eserler Gılgamış ve Yaradılış efsaneleridir, ki bu eserler Sümer mitolojisi
hakkında bize önemli ipuçları vermektedir. Sümer mitolojisine göre insan ve
evrenin yaradılışı benzer olup ikisi de aşama aşama gerçekleşmiştir. Efsaneye
göre en başta var olan su (deniz) ile yer bir olur, kozmik bir dağ meydana
gelir, Tanrılar insan haline gelir ve Gök (Anu) ve Yer (Ki) tanrılarının
birleşiminden Hava tanrısı (Enlil) ortaya çıkar. Enlil Ki’yi ele geçirir ve Ana
Tanrıça (Nimmah) meydana gelir; Nimmah Dünya’yı şekillendirir. Temelinde bir
olan gök ve yer ayrılmıştır. İnsan da yalnızca tanrılara hizmet ve tapınma için
yaratılmıştır. Yaratılan her şey sudan yaratılmış olup Enki (Bilgelik ve
Okyanuslar Tanrısı) insanı Dünya’ya göndermiştir. Bu yaradılış efsanelerinin
temeli, semavî dinlerdeki izahlara, kutsal kitap ayetlerine, özellikle
Tevrat’taki yaradılış ayetlerine, oldukça yakın olup semavî Sümer yaradılış
efsanelerinin semavî dinlere kaynaklık etmiş olması muhtemeldir27. -Konuyla
ilgili Muazzez İlmiye Çığ, Arif Tekin, Turan Dursun, İlhan Arsel ve ünlü
Sümerolog Samuel Noah Kramer’in eserlerine göz atılabilir.- Sonuç itibariyle,
Sümerlerin her ne kadar epistemolojik açıdan ortaya koydukları düşünsel
ürünlerin yetersizliğinden rahatlıkla bahsedebilsek bile felsefelerinin ve
mantık anlayışlarının tanrıbilimsel, ontolojik ve metafizik yanlarının, o dönem
insanları ve zihni nazara alındığında bir hayli gelişmiş olduğunu ve bu durumun
öz mitolojilerine yansıdığını, hatta kendilerinden sonra gelen toplumları
etkilediğini söyleyebiliyoruz. Yine de ontolojik açıdan ortaya koydukları
düşünsel ürünler, Antik Yunan felsefesi ve mantığının sistematikliğinden uzak,
rasyonel bir çaba olmanın ötesinde irrasyonel, doğaya duyulan merakın ve
doğanın –bilimsel deney ve gözlem eksikliğinden kaynaklanan- gizeminin daha çok
ilkel toplum psikolojisindeki birer yansımasıdır. Elbette ki, deney imkânının
ve olgusal-bilimsel düşünüşün günümüz koşullarıyla bir olmadığı bir dönemde
doğal olayların doğaüstü nedenlerle açıklanması gayet olası ve normaldir.
Sümerlerin
bilim ve teknolojisine gelecek olursak, binlerce yıl önce yaşamış bir kavim
olarak oldukça sıra dışı bir şekilde Sümerlerin birtakım bilimsel çalışmalar ve
pratik uygulamalar geliştirdiklerine şahit oluruz. Aklımıza ilk gelenler sulama
için kanal sistemleri, tarımsal amaçlı geliştirilen öküze bağlı sabanlar,
tekerleğin icadı, çeşitli tarım aletleri, çanak, çömlek ve günlük yaşamda
kullanılabilecek birtakım araç ve gereçlerdir. Bununla birlikte Sümer
matematiği, geometrisi ve astronomisi, Sümerlerde özellikle formel bilimlerde
mantıksal sistemin var olduğunun kanıtı gibi görünmektedir. 60 sayısına dayalı seksajismal sayı sistemini ilk kez
kullanan Sümerler, gün, ay ve yıl hesaplamalarında da oldukça hassas ölçümler
yapıp günümüz verilere oldukça yakın sayılar elde etmişlerdir. Ay ve Güneş
tutulmalarını hesaplamışlardır. Astronomik çalışmalar ve bunun verileriyle
oluşturulan burçlar da Sümer kökenlidir. Bu gelişmeler, Sümer uygarlığında
mantığa dayalı-uygulamaları gözlemlerin varlığına işaret etmektedir.
Samilerin
bir kolu tarafından MÖ 3000-2000 yılları arasında kurulan Babil Krallığı, kültür,
mimari, bilim, destanların aktarımı ve düşünsel etkinlikler bakımından
Sümerlerden etkilenmiştir. Babil’in en ünlü hükümdarları Hammurabi ve
Nabukednezar’dır. Bu iki hükümdar dönemlerinde Babil ülkesi birçok açıdan
parlamış, refaha kavuşmuştur. Sümer mitolojisinden aktarılan bilgiler, Ziggurat
mimarisi, bilimsel-astronomik çalışmalar ve yazılar, Sümer toplumunun
düşünsel-mantıksal bakış açısının Babil uygarlığını etkilediğinin kanıtıdır.
Aynı zamanda hâlihazırda var olan bilgiler üzerine yapılan çeşitli eklemeler,
ileri tarihlerde Yunan ve Roma uygarlıklarında mantık, felsefe, astronomi gibi
tüm disiplinlerde sistematikleşmeyi sağlamıştır.
Eski Çin’de Mantık Anlayışı
Eski
uygarlıklar arasından Çin’in, köklü bir felsefî-mantıksal geleneği sahip olması
açısından ayrı bir yeri vardır. İnsanlık tarihinin hemen her döneminde adından
söz ettiren, bugün dahi konumu ve siyasî nüfuzu itibariyle önemini devam
ettiren Çin toplumunun Aristo öncesi ve Aristo dönemine yakın tarihlerde nasıl
bir mantaliteye sahip olduğunu öğrenmek şüphesiz ki günümüz Çin felsefesini ve
genel olarak Uzak Doğu düşünsel yapısını anlamak adına yararlıdır. Ancak konuyu
felsefe ve düşünsel yapının incelenmesi gibi çok genel biçimde ele alırsak, Çin’in
önemi sebebiyle aktarmamız gereken bilgi katlanarak artacaktır. Bundan ötürü bu
yazıda konuyu sınırlandırarak yalnızca Eski Çin mantığını değerlendirmek
yeterli olacaktır.
Felsefede,
özellikle ontolojik çalışmalarda karşımıza çıkan iki temel kavram olan idealizm
ve materyalizmin ayrımı, felsefe tarihinde defalarca farklı noktalarda farklı
şekillerde ortaya konulmuştur. Bu ayrımın dinde, politikada, bilimde ve kültürde
çok farklı yansımaları ortaya çıkmıştır. Bu ayrımı bir nebze yansıtan diğer
kavramların da “ölüm sonrası yaşam” ve “dünyada yaşam” olduğunu göz ardı
etmemek gerekir. İşte bu noktada, Orta Doğu dinlerinin ve genel olarak
monoteistik dinlerin çoğunda ahiret, yani ölüm sonrası doğuş inancı egemenken Uzak
Doğu dinlerinde farklı bir biçimde, dünya yaşamının ön plana çıkarılması ve
sekülerizme yakın, pratik yaşamın düzenlenmesine yönelik inanç ve uygulamaların
olduğunu görüyoruz. Uzak Doğu geleneğinin bir parçası olarak Çin’in düşünsel
alt yapısını da burada saydığımız ayrımlardan daha çok sekülere dönük dünyevî
hayatın ve ahlakın ön plana çıkarıldığı dinsel ve mantıksal faaliyetlerin
oluşturduğunu iddia edebiliriz28.
Çin
mantığında Konfüçyüs’ün ayrı bir yeri vardır. Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemde
toplumda baş gösteren ahlak dışı hareketler, sosyal düzensizlikler ve eşitsizlikler,
Konfüçyüs’ü bu sorunlara yönelik bir çalışma yapmaya itmiştir. Konfüçyüs’e göre
toplumsal düzensizlikleri önleyebilecek tek çözüm yolu, toplumu evrensel bir
ilkeye yöneltmektir, bu da düşünüre göre evrenin ilkesel sebebi olan Tao’nun
evrene bahşettiği düzendir. Bu esas görüş etrafında şekillendirdiği kendi
mantık anlayışının temel ilkelerinden olan Adların
Düzenlenmesi ilkesini, mantığın temel ilkelerini baz alarak oluşturmuştur29.
Adların Düzenlenmesi ilkesiyle kastedilen, var olan her şeyin adlarıyla
gerçeklikleri arasındaki uyum olup bu ilke daha sonra Antik Yunan mantığında
sistemleşecek olan mantığın (aklın) temel ilkelerine bir köken oluşturmuştur.
Adların
Düzenlenmesi İlkesine göre evrende var olan her nesnenin bir adı vardır. Her ad
spesifik tanım ve anlamlar içerir. Anlamlar, adların görevlerini, işlevlerini
ve sorumluluklarını ifade eder. Bu sorumluluklar, adların özüdür. Nesneler,
ideal özleriyle uyumlu olmak durumundadır. Konfüçyüs’ü göre toplumsal
düzensizlikler, ahlak yoksunlukları ve idealden sapmalar, adların düzenlenmesi
ilkesine ters düşüldüğünde ortaya çıkmaktadır. Konfüçyüs’ün konuyla ilgili bir beyanını
aktaralım:
“Ching, Konfüçyüs’e iyi yönetim
üzerine bir soru sordu, Konfüçyüs cevapladı: ‘Bir ülkede prens prens olarak, baba
baba olarak, oğul oğul olarak davranırsa orada iyi bir yönetim, düzen vardır.’”30
Bu
beyandan açıkça anlaşıldığı üzere, adların görev, işlev ve sorumlulukları adların
özünü oluşturmakla beraber, ideal bir düzen için gerekli olan öğelerdir. Burada
prens, baba ve oğul sosyal adlardır. Ayrıca, adlar sadece bir tek nesneyi tarif
etmelidir. Bu görüşü ile Konfüçyüs, Antik Yunan’da Aristo’dan önce, kavram
karışıkları sebebiyle meydana gelen iletişimsizlik sorunları üzerine de bir
fikir belirtmiştir.
Çinli
araştırmacı-felsefeci Hu Shih’e göre Konfüçyüs’ün bu görüşler etrafında
şekillenen mantık ilkelerinin, Yi Ching
(Değişimler Kitabı) adlı eserinde yer aldığını belirtmektedir31. Değişimler Kitabı üzerinde durulmalıdır. Bu
kitapla Konfüçyüs’ün görüşlerini farklı boyutlarda görebiliyoruz. Örneğin, Değişimler
Kitabı’nda yazana göre, Konfüçyüs tüm değişimlerin hareket ve devinimden
doğduğunu iddia etmektedir. Bu harekette güçlü olan zayıf olanla yer değiştirir.
Konfüçyüs mantığında güç Chien, zayıflık
Kuen olarak adlandırılır. Aynı
zamanda Chien ve Kuen, basit ve kolay anlamlarına gelir; bunun anlamı, biz
hayatta karmaşık ve zor görünen her şeyi esasında basit ve kolay vasıtasıyla
bilebiliriz. Eserdeki bir diğer önemli kavram da “idea” anlamına gelen Hsiangdır. (Hsiang’ın sözlük anlamı
aslında fil olmasına rağmen Konfüçyüs’de sözcük farklı kullanılmıştır.) Hsiang
burada Konfüçyüs’ün kullandığı şekilde idrak etmek, hayal etmek ve düşünmek
gibi anlamlara gelir. Kwalar ise idea
için gerekli öğeler-verilerdir. Konfüçyüs’ün ideaları Platon’un idealarından
farklı olmakla birlikte, temelini doğal fenomen ve olgulardan almasıyla Platon
idealizminden epey uzaklaşır.
Kitapta
son olarak aktarılan Konfüçyüs’ün mantık ilkesi de önermeler (yargılar, tse) teorisidir. Çin mantığının
önermeler konusunda karakteristik yaklaşımını ortaya koyan ilkelerden
anladığımız kadarı ile Batılı önerme kurulumu ile Doğu (Çin) önermeleri
arasında gerek form gerek içerik itibariyle farklar vardır. Çin mantığında
kurulan önermelerde bağlaç bulunmaması buna bir örnek sayılabilir. Beklendiği
üzere Çincede bağlaçlar yoktur. Yargılar, adların sıralanışı ile elde edilir.
Aristo
öncesi dönemlerde Aristo’dan epey uzak bir coğrafyada mantığın nasıl
şekillendiğine hepimiz şahit oluyoruz. Bu noktada Konfüçyüs’ten sonra, en az
onun kadar değerli bir iz bırakan düşünürü, Mo Tzu’yu (Mozi) (MÖ 500-420) ele
almamak bir eksikliktir. Moist ekolün kurucusu olan Mozi’nin mantık ekolü, temeline
sevgiyi alan, tüm insanları ve var olanı sevgiyle kucaklayan bir Jen toplumu
oluşturmak üzere oluşturulmuştur. Mozi, Konfüçyüsçü gelenekten gelmesine rağmen
Konfüçyüsçülüğü eleştirmesiyle ün kazanmıştır. Mozi’ye göre Konfüçyüsçü
mantığın temel ilkelerinden olan Adların Düzenlenmesi ve ahlaksallık gereksiz
ve faydasızdır. Ona göre, geleneksel ekolün bekası adına dayatılan Konfüçyüsçü
ahlak ve inanç anlayışları, insanın doğasına ters olmakla beraber insan zihni
ve karakteri, hiçbir şekilde gelenek tarafından şekillenemez. Mozi’ye göre
insanı şekillendiren en önemli kavram “pratik ihtiyaç” olmaktadır. Bu görüşe
oldukça paralel olarak uygulamalı etiği, yaklaşımları ve düşünsel süreçleri ön
plana çıkaran Mozi, tamamen Amerikan toplumunun bir ürünü olarak görülen
pragmatik ekolün, Amerika’dan yüzyıllarca önceki temsilcisi olmuştur.
Mozi,
Antik Yunan’da kurulacak olan sistemleşmiş bir mantık ekolüne benzer bir mantık
sistemini kurmaya Konfüçyüs’ten daha çok yaklaşmıştır. Çünkü Mozi mantığı,
tümelleri, geçerli rasyonel çıkarımları, kavramları, bunların diyalektiğini ve
ampirik uygulamaları içermektedir. Mozi, en başta belirttiğimiz “herkesi kucaklama”
ilkesine bir araç olması maksadıyla kendi oluşturduğu mantık ekolünü kullanmıştır.
Mozi’nin ölümünden sonra ortalama Aristo ile aynı dönemle farklı coğrafyada ortaya
çıkan Yeni Moistler, bir mantık sistemi kurma doğrultusunda önemli adımlar
atmış, “bilimsel mantık” adını verdiğimiz, temeli Avrupa’da modern dönemde
atılan mantık yaklaşımlarının da ilkel birer öncüsü olmuşlar, psikolojik,
epistemolojik ve metafiziksel birçok açıklama ile bu disiplinlerde özgün
fikirler üretmişlerdir. Bu açıdan Mozi ve ardılları, Aristo Öncesi ve Aristo
Dönemi mantık çalışmaları ve felsefe tarihi literatüründe önemli bir yere
sahiptirler.
Moistler
hakkında anlatılabilecek birçok detay olmasına rağmen bu çalışmaları sonraki
yazılara bırakıyor, Eski Çin mantığını ele aldığım bu bölümü bitirip kısaca
Buda felsefesi ve mantığına değinmek istiyorum.
Buda Mantığı
Budizm,
önemli Hint felsefe ekollerinden biridir. Nihaî amaç olarak insanın yaşamının ıstıraplardan,
acı ve kederlerden uzaklaşmasını ve insanları kurtarmayı (Nirvana’ya ulaşmayı) belirlemiştir32.
Budizm öğretileri, nihaî amaca ulaşmaya yönelik meditasyona, reenkarnasyona ve
karma adı verilen neden-sonuç zincirine başvurur. Aslında Sanskritçe kelime
anlamı olarak Buda (Buddha) aydınlanmış, ermiş, bilinçlenmiş gibi anlamlara
gelen geçmiş zamanla çekimlenmiş bir sıfattır. Bu sıfatı, Budizmin kurucu olan Sidarta
Gotama hem kendisi için hem de Budist süreçleri yaşayan ve bu sıfatı hak
edebilecek herkes için kullanmıştır.
Sidarta
Gotama’nın yaşamı hayli ilginçtir. Konfüçyüs ile hemen hemen aynı dönemde
yaşayan ve bir prens olarak soylu bir ailede dünyaya gelen Sidarta, gençlik
yıllarını bolluk, refah ve zenginlik içerisinde hiçbir sıkıntı çekmeden, zevk
içerisinde geçirmiştir. Olgunluk yıllarında ise geçmişte yaşadığı zevkli
anıları ve kendisine göre oldukça boş geçen yılları anımsamış, insanlığın
acılarını hissederek ve bundan üzüntü duyarak hayatın ve ölümün amacını
araştırmaya koyulmuştur. Bu amaçla ülkesi Hindistan’ı bir ucundan diğer ucuna
gezmiş, çok farklı insanlarla tanışıp onlarla felsefî sohbetler etmiştir. Nihayetinde
mistik-psişik bir tecrübeyle kendisini aydınlaşmış olarak hissetmiş Buda
sıfatını almıştır. İnsan için en doğru olanın aşırılıklar arasından orta yolu,
yani itidali seçmek olduğuna hükmederek insanlara acı ve kaos dönemlerinde
barışı, sükûneti, sakinliği ve acılardan uzak durmayı nasihat etmiştir. Bunun
gerçekleşmesi için de bireysel varlığın, dünyeviliğin, sahte arzuların ve
şehvetin dizginlenmesi gereklidir33. Yöntem olarak da yogaya ve meditasyona önem
vermiştir.
Temel
yaklaşımları bu şekilde olan Budizm, kurulduğu Hindistan’la sınırlı kalmayıp
civar bölgelere de yayıldığından o bölgelerin felsefî ekollerinden etkilenmiş
ve onları etkilemiştir. Durum böyle olunca tek tip Budizm’den ya da tek Budizm
felsefesi-mantığından bahsetmek olanaksız olmuştur. Ancak yine de hemen her
Budist mezhebi ya da öğretisinde belli ortak noktalar söz konusudur. Budizm’i ve
Budist mantığı bu ortak noktalardan ele almak daha doğru olur. En başta,
monoteistik bir nitelik taşımayan Budizm, bu yönüyle üç büyük semavî dinlerdeki
tek tanrı inancını barındırmaz. Kadir-i Mutlak (İşvara) bir Tanrı anlayışı ve
ona bağlı tüm ritüeller, ibadetler, inanışların yer almadığı Budizm’de kişinin
kendi süreçleri, söz konusu tanrı veya tanrıların, hatta ruhların varlığından,
etkilerinden ve özelliklerinden daha mühimdir. Bu özelliğinden ötürü Brahmanizm
ve Hinduizm’den ayrılır. Buna paralel olarak monoteistik dinlerin adeta ortak
özelliği olan ahiret inancı, Çin Mantığı kısmında ele aldığımız ve Çin’de
olduğunu iddia ettiğimiz görüşle benzer şekilde Budist felsefede yer almayıp
dünyevî süreçlerin ve dünya hayatının (insan ve doğa yaşamının) iyileştirilmesi
söz konusudur. Budizm’de ahiret inancı yerine reenkarnasyon fikri hâkimdir.
Gotama
Buda döneminde Hindistan’da oldukça etkili olan Kast Sistemi, Budizm’in var
olmasıyla birlikte yavaş yavaş etkisini yitirmiştir. Kast sisteminin, insanları
kemikleşmiş bir sistemle birbirinden ayıran, onlara değer biçen ve onları
sınıflandıran yapısı Budist mantık ile taban tabana zıt olduğundan Budizm’in
yaygınlaşması, Kast sisteminin özellikle üst sınıflarını oluşturan Brahmanlar
ve Kşatriyaların işlerine gelmemiş, zaten belli bir süreç zarfında kast sistemi
temelinden sarsılmıştır. Südreler ve nispeten Varsiyalar arasında büyük bir
hızla yayılan Budizm, bu hızı eşitlikçi ve hoşgörülü dünya görüşüne borçlu olmakla
birlikte kişisel süreçleri, aydınlanmayı ve insana yepyeni bir perspektif sağlaması
bakımından da aydınlar tarafından oldukça ilgi görmüş, nitekim birçok coğrafyaya
yayılarak bu özelliğini koruyup günümüze dek gelmiştir.
Bu
özelliklerden faydalanarak, şimdi Budist felsefedeki mantıksal noktalara
girebiliriz. Gotama Buda döneminde çok ciddi bir mantıksal ilerleme
görülmemekle beraber, Batı’da Aristo’nun ün kazandığı dönemlerden itibaren Doğu’da
da Budist temelli Nagarjuna gibi bazı filozof ve mantıkçıların ön plana
çıktığını görüyoruz. Konumuz itibariyle Aristo öncesi ilkel dönemi ele alırsak,
Aristo ile hemen hemen aynı dönemde yaşamış olan Gotama Buda devrinde Budist
felsefede mantığın ilkelerini görebilmek oldukça güçtür. Bu nedenle ilkel
Budist mantığını, Aristo mantığı gibi belli bir disipline indirgenmiş,
sistematik bir mantık kavrayışı şeklinde düşünemeyiz. Bu Budist mantığı, daha
çok ilk olarak ortaya konulan Budizm ilkelerine, öğretilerine yardımcı bir aklî
düşünce olarak var olmuş, bu yüzden Budizm prensiplerinden ayrılmamıştır.
Başlangıçta
mantık-zihin ilişkisini ele aldığım, sonra, ilk dönem, yani Aristo öncesi
olarak adlandırdığımız dönemde Antik Yunan haricinde insanlık tarihinde söz
sahibi olan önemli uygarlıkların ve felsefelerin barındırdığı mantık ve düşünce
anlayışlarına göz gezdirdiğim bu yazıda, objektif, tarihsel ve olgusal bir
yaklaşım kullanarak konuların özünü aktarmaya çalıştım. Bundan sonraki çalışma
yine mantık tarihinden devam edecek, Antik Yunan'da “Aristo Öncesi Mantık”
konusunu ele alacaktır.
KAYNAKÇA
1.
Gürel, A. Osman, Doğa Bilimleri Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, sy. 44-45
2.
Sağlam, Mehmet, Beynin Kimliği ve Becerileri, sy. 12
3.
Smith, Anthony, İnsan Beyni ve Yaşamı (Çeviren: Nejat Ebcioğlu), İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, sy. 19
4.
Britannica
Illustrated Science Library Human Body I, Encyclopædia
Britannica, Inc., 2008, sy. 86-87
5.
Çüçen, A. Kadir, Mantığın Kaynağı Problemi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi Prof. Dr. Necati Öner Armağanı Cilt: XL, sy. 83
6.
Çüçen, A. Kadir, Mantığın Kaynağı Problemi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi
Dergisi Prof. Dr. Necati Öner Armağanı Cilt: XL, sy. 84
7.
Çüçen, A. Kadir, Klâsik Mantık, Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2012, sy. 39
8.
Öner, Necati, Klâsik Mantık, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları No:
173, Ankara, Beşinci Baskı, 1986, sy. 6
9.
Köz, İsmail, Aristoteles Mantığı ile Felsefe-Bilim İlişkisi, Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Yayınları Cilt: XLIII, Sayı 2, sy. 358-359
10.
Öner, Necati, Tanzimat’tan Sonra Türkiye 'de İlim ve Mantık Anlayışı, Ankara,
1967, s. 85
11.
Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine
Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 58-59
12.
Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine
Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 59
13.
Özlem, Doğan, Mantık Klâsik/Sembolik Mantık Mantık Felsefesi, Bütün Eserlerine
Doğru-5, İnkılâp, İstanbul, 2004, sy. 346-347
14.
Türker, Habip, Husserl’de Psikolojizm Eleştirisi, Kaygı Felsefe Dergisi, Sayı: 16,
2011, sy. 76
15.
Öner, Necati, Mantığın Ana İlkeleri ve Bu İlkelerin Mantıkla Olan İlişkileri,
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 1, sy. 302
16.
Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş Birinci Kısım (Tabiat İlimleri Felsefe ve Metodolojisi),
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, İkinci Baskı, sy. 54
17.
Benton, Michael J., The History of Life: A Very Short Introduction, Oxford University
Press, New York, 2008, sy. 164
18.
Davis, James C., Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz İnsanın Hikâyesi (Çeviren: Barış
Bıçakçı), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, sy. 5
19.
Yılmaz, A. Atalay, Dinler Tarihi, Alter Yayıncılık, Ankara, 2010, sy. 94
20.
Kimmerle, Heinz, Afrika’da Felsefe Afrika Felsefesi (Çeviren: Mustafa Tüzel),
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1995, sy. 23-25
21.
Tanilli, Server, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası İnsanlık Tarihine Giriş, Cilt I: İlkçağ, Cem Yayınevi, Beşinci
Basım, 1994, sy. 86
22.
Harmankaya, S., - Köroğlu, K., - Sivas,
H., Eski Mezopotamya ve Mısır Tarihi,
T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:2280, 2. Baskı, Eskişehir, 2013, sy.
129-135
23.
Korkmaz, Mehmet, Mitoloji Sözlüğü, Alter Yayıncılık, 2. Baskı, Ankara, 2012, sy.
613-344
24.
Harmankaya, S., - Köroğlu, K., - Sivas,
H., Eski Mezopotamya ve Mısır Tarihi,
T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:2280, 2. Baskı, Eskişehir, 2013, sy.
137-143
25.
Shaw, lan, Ancient Egypt: A Very Short Introduction, Oxford University Press,
New York, 2004, sy. 139-144
26.
Kramer, S. Noah, Tarih Sümer’de Başlar Yazılı Tarihteki Otuz Dokuz İlk, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 1999, sy. 104-105
27.
Çığ, Muazzez İlmiye, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni,
Kaynak Yayınları, Muazzez İlmiye Çığ’ın Eserleri-1, İstanbul, 2005, sy. 35-48
28.
Yazgan, Erden Miray, Eski Çin Felsefesi ve Mantık Anlayışı, T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul, 2009, sy. 4-5
29.
Yazgan, Erden Miray, Eski Çin Felsefesi ve Mantık Anlayışı, T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul, 2009, sy. 99-100
30.
Konfüçyüs, Konuşmalar
31.
Konuyla ilgili detaylı bilgi için adı
geçen yazarın The Development of Logical
Method in Ancient China adlı eseri incelenebilir.
32.
Ruben, Walter, Eski Metinlere Göre Budizm, Okyanus Yayıncılık, İstanbul, 2000, sy.
8-9
33.
Cevizci, Ahmet, Thales’ten Baudrillard’a Felsefe Tarihi, Say Yayınları
Yararlanılan
İnternet Kaynakları
Yorumlar
Yorum Gönder
Yazı hakkındaki görüş, soru ve önerilerinizi lütfen bildiriniz. Hakaret, niteliksiz ve delilsiz eleştiriler ya da kişilik saldırıları engellenecek; yapıcı üslûp ve eleştiriler dikkate alınacaktır.